
Bütün şehirler toplumların hayata bakışlarının bir
tezahürü olarak ortaya çıkar. Max Weber kendisine ait şehir teorisinden
hareketle, bir yerleşim biriminin şehir niteliği kazanmasının Batı’daki
tarihsel tecrübeyle mümkün olabildiğini, Doğu şehirlerinin gerçek şehirler
olmadığını iddia
eder. Mekke ve Medine’de şehir sayılmaz ona göre.
(1)
Batı dünyası, modern dönemin başlangıcına
kadar, insanlığın “gönderilmiş hakikat” algısıyla sürdürdüğü kadim
yürüyüşten ayrılarak, bu yolda bir medeniyet kurma imkânını da yok
etti. Önceden belirlenmiş bir hedef doğrultusunda ilerlemeyi gerektiren bir
medeniyet ideali yerine, nereye varacağı belli olmayan bir ilerleme anlayışına
doğru savruldu. Bu anlayışın tezahürü olan modern kentler, alışveriş ve eğlence
gibi hayatın ayrıntıda kalması gereken faaliyetlerine dayalı bir yaşam tarzı
üretti.
Wirth’in ifadesiyle “İnsanlık, doğasından, hiçbir yerde, büyük kentlerin yaşam koşulları altında olduğundan daha fazla uzaklaşmadı.”(2) Dawson, Batı uygarlığının ritm ve denge duygusunu kaybetmesinin en büyük nedenlerinden biri olarak kentsel bozulmayı gösterir.(3) Weber’in yere göğe konduramadığı modern kentlerin, “dengesiz kentler “olarak nitelendirildiği örnekleri daha da sıralamak mümkündür.
Wirth’in ifadesiyle “İnsanlık, doğasından, hiçbir yerde, büyük kentlerin yaşam koşulları altında olduğundan daha fazla uzaklaşmadı.”(2) Dawson, Batı uygarlığının ritm ve denge duygusunu kaybetmesinin en büyük nedenlerinden biri olarak kentsel bozulmayı gösterir.(3) Weber’in yere göğe konduramadığı modern kentlerin, “dengesiz kentler “olarak nitelendirildiği örnekleri daha da sıralamak mümkündür.
Modern mimarinin öncülerinden Le Corbusier’in 1911’deki
İstanbul gözlemi oldukça çarpıcıdır: ”Eğer Newyork ile İstanbul’u kıyaslayacak
olursak Newyork’un felaket, İstanbul’un ise bir yeryüzü cenneti olduğunu
söyleyebiliriz. Bir Türk atasözü derki :’ Kişi bina yaptığı yere
ağaç diker’ Biz ise onları söküyoruz. İstanbul bir meyve
bahçesidir; bizim şehirlerimiz ise taş ocakları.” (4)
İslam şehirlerinin ruhunu herhalde en güzel Ahmet Hamdi Tanpınar anlatmıştır: ”Cedlerimiz inşa etmiyorlar ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.” Sadece şehir inşa edilmiyor, bir yaşama şekli de inşa ediliyordu. Mimari dokudan, günlük hayatın her bir karesine varıncaya kadar hayatın hangi anlam dairesinde yaşandığının bir karşılığı bulunabilirdi.(5)
İslam şehirlerinin ruhunu herhalde en güzel Ahmet Hamdi Tanpınar anlatmıştır: ”Cedlerimiz inşa etmiyorlar ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.” Sadece şehir inşa edilmiyor, bir yaşama şekli de inşa ediliyordu. Mimari dokudan, günlük hayatın her bir karesine varıncaya kadar hayatın hangi anlam dairesinde yaşandığının bir karşılığı bulunabilirdi.(5)
Türkler Müslüman olduktan sonra mescidi Cuma (cami
) etrafında genişleyen bir şehirleşme modeli uyguladılar. Bu
model bütün bir hayatın hakikate göre düzenlenmesi arzusunu düşündürür. Caminin
yanı başında hamam, kütüphane ve medrese gibi ‘imaret’ adı verilen
bir yapı topluluğu bulunurdu. İmaret, tasavvur edilen hayatın maddi ve manevi
yönünü destekleyen bir işlev görürdü. İmaretin
ayakta durması için
gereken maddi kaynak, vakıflar eliyle
karşılanmaktaydı.
Vakıflar, medeniyet tarihinde Müslümanlar
tarafından zirveye taşınan iyilik kurumlarıydı. Hayatın iyilik
yapılabilecek hiç bir alanının boş bırakılmamasına çabalanmıştı. Etnik kökeni ve inancı ne olursa olsun
ihtiyaç sahibi her insan, hiç başka bir
insanın önünde eğilmeden, onurluca bir ömür sürebilirdi.(6)
İslam şehrinin iklimi,
kişisel gelecek kaygısı içinde
olan veya servet hesabı yapan insan tipinin yetişmesine asla müsait olmadı.
Hayata dair bütün anlayışların aynı hakikat etrafında bütünleşip çiçek açtığı yerdir
İslam şehri. İslam şehrindeki
yabancılaşma, bu bütünlüğün dağılmasıyla başlayan, insanın kendine/doğaya/
ötekine yabancılaşmasıyla ilerleyen bir süreçtir.
Sürecin sonunda hakikatin günlük hayattaki izleri ya kaybolacak yada anlamını kaybedecektir
Hala şehrin uzak bir mahallesinde de olsa, çiçeğiyle konuşan bir hacı
nine, bir sokağında birbirinin halinden haberdar iki komşu, çarşısında biraz fazlasıyla ölçüp tartan bir esnaf kalmışsa,
şehirde hala yaşıyordur.
Şehirler sadece hayatın belli bir şekle göre yaşandığı
yerler olmayıp bunun gerektirdiği anlam ve ruhun kuşaktan kuşağa aktarıldığı
yerlerdir aynı zamanda.
Bir şehrin kendini gerçekleştirmesi şehirlilik bilinci ve donanımına bağlı olmalıdır.
“Nagehan bir şara vardım, ol şarı yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım, taş ve toprak arasında. (7)
Bir şehrin kendini gerçekleştirmesi şehirlilik bilinci ve donanımına bağlı olmalıdır.
“Nagehan bir şara vardım, ol şarı yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım, taş ve toprak arasında. (7)
Mustafa KENARLI
Dipnotlar :
1)Max Weber (v.1920):
Modern sosyolojinin iki kurucusundan biri
2)Louis Wirth (v.1952), ”Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlilik“ adlı
makale,1938
3)Christopher Dawson (v.1970),İngiliz medeniyet tarihçisi ve
tarih
felsefecisi
4)Le Corbusier (v.1965),Modern mimarinin öncülerinden, şehir plancısı
5)Yabancı seyyahların izlenimleri bu konuda yeterince fikir verebilir.
6)O kadar çeşitli alanlarda vakıflar vardı
ki mesela ‘ Hastaları Oyalama Vakfı ‘,’Kocalarına Küsen Kadınlar Vakfı’
,’Zebadi Vakfı ‘gibi . Zebadi Vakfı,
hizmetçilerin kazara kırdıkları kap kacağı yenisiyle
değiştirirdi. Canlı cansız her ne varsa Allah(c.c)’
ın bir emaneti olarak görülürdü.
7)Hacı Bayram ı Veli
(k.s)’in “Çalabım Bir Şar Yaratmış
“ adlı şiirinden.
Kalemine sağlık.
YanıtlayınSil